Yaratıcılık nedir? Yaratıcılık, yaratıcı olanın arayışında değildir. Bizleri yeni olanın davetsiz gelişine “merhaba!” demeye çağırır: Yaratıcı olan kişi, yaratıcı ve yeni olanın gelişini kavrayabilme noktasında verili algı zincirlemiziden sıyrılabilme imkanlarını bulma uğraşındadır. Yaratıcı düşünmek, verili kavrayış düzlemini yeniden üretmek suretiyle eskinin içinde ve fakat eski’nin biraz düzenlenmiş hali olan bir yeni’yi ortaya çıkartma girişimi olabilir. Oysa ki bir imkan olarak yaratıcılık arayışı ve yeni olanın gelişini kabullenebilme durumu, kişiyi, her şeyden önce mevcut algı düzlemini terk etmeye çağıran bir kendilik felsefesine davettir. İlki, nesne üzerindeki tahakkümünü sürdüren bir [yeniden] düzenleyici-özne’yi varsayar (yaratıcı-özne); diğeri ise tam tersine nesne-leştirilmeye karşı çıkarak konumlandırıldığı özneliğini kendinde tartışmaya açarak onu terk eden, böylece yaşamsal varoluşunu saf kendiliğinden üretmeyi öneren bir boşluğa kapı açar. Yarattığımız nesneyi kabullenmemiz ve kabul ettirmemiz kolaydır; çünkü bu nesne mevcut dünyanın, eskileşen fakat kendini devamlı şimdi’ye aktaran sonsuz zaman döngüsünün ürünüdür. Oysa tekinsiz gelen bir yeni’ye kapıyı açmak, ona merhaba diyebilmek, tekinsiz olanı öteki olarak addeden ve bu nedenle onu dil-ötesi olarak konumlandırarak anlatımsız ve anlaşılamaz kılan düşünceyi, hadi çekinmeden söyleyelim, bizi özneleştiren, yani bizi belli yönde düşünmeye zorlayan düzeneği terk edebilmek, onun dışından düşünebilmek demektir. İşte, yaratıcılık ve yaratıcı-düşünme budur.
Öyleyse edebiyat, her türlü hakikat modeline, hiyerarşik/dikey-bölünme düşünce modeline karşı çıkması mühimdir ve yerine yatay sonsuzlaşma imkanlarını düşünmelidir. Peki, hiyerarşik/dikey-bölünme düşünce modeline karşı yatay sonsuzlaşma imkanları düşünelebilir mi? Bu sorunsal, bizleri Nietzsche ve Spinoza’ya çıkaran temel uğraktır. Zira hem Nietzsche hem Spinoza, hiyerarşik olan her şeye karşı yaratıcı bir etiğin kurulabilmesi meselesine öncelik tanımışlardır. Nietzsche, Kant’ın aşkınsal düşüncesi içerisinde varsayımsal birliğe sahip olduğu iddia ettiği tümel mefhumları (İyi, Güzel, vb.) kültürel bir eleştiriye tabi tutmak suretiyle düşünceyi soybilime dek vardırır. Nietzsche, buradan, kavrayışlarımızın aşkınsal belirlenimler altında kurulan hakikat modelleri içerisinde kıstırıldığını söylemeye kadar uzanır. Bu yöntemin sonucu olarak, Nietzsche’yi bir anda aşkınsal düşünceye karşı içkinliğin radikal savunusuna varırken görürüz. Spinoza ise, temsil-düşünme modelinin bütünüyle bedensel kudretin (potentia) zapt edilmesi üzerine kurulu bir tahakküm olduğu tezini ortaya atar. Böylece Spinoza, aşkınsal güçlerin ortaya çıkışını bedenin yeğensiz bırakılışına dayandırarak tüm aşkın yapıların bedensel-negatiflikler olduğu önermesini ortaya atar.
O zaman “hakikat modelleri, hiyerarşik/dikey-bölünme düşünce modelleri” nedir? Bunun için hiyerarşinin ne olduğunu açıklamalıyız. Hiyerarşi, der Deleuze, ayrımın görgül duygusudur. Çünkü hiyerarşi — ya da hiyerarşileştirmek — salt ayrımlar oluşturmaz, fakat ayrımları birer deneyime dönüştürme anlamını ihtiva etmesi nedeniyle yeni bir varoluş biçimine gönderme yapar. Nietzsche’nin “Köle ahlakı”nın temelinde gördüğü şey tam da bu değil midir? Efendinin efendi-oluşunun altında yatan neden, kölenin onu efendi olarak tanımasında yatar. Yani efendi-oluşun temeli, efendi ile köle arasındaki ayrımın görgül duyumsanışında yatar. Bu, her ne kadar Hegel’i işaretlese de, Nietzsche’nin müdahelesini görmemiz için önemlidir: hazzın ayrım talep edişi, olumlanma arzusuyla birleşir.
Öyleyse edebiyat, ataerkilliğe, kapitalizme, faşizme, ve diğer her türlü hiyerarşik modele karşı çıkar. Ama sadece sosyolojik ve siyasal modellere değil, düşünmenin kendisine de karşıdır. Sokrates, düşünceyi yaşamın karşısına yerleştirmekle aşkınlığın ilk atılımını gerçekleştirir. Bundan böyle yaşam karşısında düşünme öne çıkar: düşünme, bu saf sürekli-oluş imkanının ufuksuz coğrayfası olan yaşamın yargılayıcısı, zapt edicisi ve doğrulayıcısıdır. Nietzsche için bu radikal bir karşı-çıkıştır; Deleuze ise buradan büyük bir felsefe inşa etmiştir. Deleuze’e göre düşünmenin bu müdahelesi ile yaratılan şey, yalnızca aşkınlığın egemenliğinin kurulması değildir. Mühürleme, nesneye kendinden damga basmadır, onu özselliğinden koparıp kendi anlam zincirine dahil ederek onu devinimden yoksun bırakmaktır. Bedenin ise deviniminden başka bir şeyi yoktur; hareket etmek suretiyle kendini yeniden üretir. Bedenin ab-ı hayatı organizmadır; küçük hareketliliklerin sürekli devinimi yoluyla yaşam türetilir. Oysa aşkınlık, bedeni, tüm bu devinimin bazen durdurulduğu bazen ötelendiği, bazen de tamamen kensintiye uğratıldığı bir anlam zincirine bağlamak suretiyle “yavaşlatır”. Bu yavaşlık ise bizi evrende konumlandırır; tıpkı rüzgarın kum tanelerini biriktirerek çölün kısmi yerlerinde tepelemesi gibidir. Kum, çölün sonsuz-oluşuna karşı bu akışa uymaz ve kümelendiği yerde çölün yüzeyinden ayrılıp göğe doğru yükselir.