Tahakkümün mantığı: kişinin dünyadaki günlük ilişkilerinde teslimiyeti ve itaati haklı çıkarmaya yönelik bilinçsiz bir eğilim. Tahakkümün mantığı, bilinçsiz pratik ve bilinçli gerekçelendirme yoluyla kurallara uymak için kendimizi sürekli olarak eğitme biçimimizdir. Bu mantığa göre, hayat başımıza gelen, basitçe "elimizden gelenin en iyisini yapacağımız" bir şeydir; bu bakış açısı bizi daha mücadele etmeye başlamadan yenilgiye uğratır ve her hangi bir tutkuyu soğutur.
İnsanlar iki şekilde değerleri benimser; ya kendi yarattıkları değerleri ya da başkaların yarattığı değerleri. İnsanlık tarihi boyunca genellikle “halk”, kendilerini itaatkar edecek başkaları tarafından yaratılmış değerleri benimsemişlerdir. Tahakkümün mantığı altında tahakkümü destekleyen değerleri, arzuları ve pratikleri kendilerine dahil etmişler ki tâ bu “halk”ın kendi doğası olmuştur.
Tahakkümün mantığına ayrıca “gönüllü kölelik” de diyebiliriz.
Peki insanlar niye kendi köleliğini arzular? Deleuze ve Guattari’den alıntı yapmak gerekirse: “‘İnsanlar neden kendi kullukları için inatla, sanki bu kendi kurtuluşlarıymış gibi savaşıyorlar?’ İnsanların ‘Daha çok vergi! Daha az ekmek!’ diye bağırma noktasına gelmeleri nasıl mümkün oluyor? Reich’ın söylediği gibi, hayret verici olan şey bazı insanların çalması, diğerlerinin greve gitmesi değildir, daha ziyade, aç olanların muntazam bir şekilde çalmaması ve sömürülenlerin sürekli olarak grevde olmamasıdır.”
Bu soru hayli karmaşıktır ve bir çok cevabı vardır. Ama kendi görüşümü vermek gerekirse bunu arzu alanında bulabiliriz. Bireyler, birey olmadan önce birey olmalıdırlar — bir birey-oluş. Bu oluş ama asla sosyal ilişkilerden bağımsız olamaz. Bizler hepimiz sosyal etki ile oluşuruz. Kendi gerçek benliğimizi bulamayız; kendimizi bize verilen saf olmayan maddelerden ve hasarlı ürünlerden oluşturmalıyız. İşte bu oluş sırasında aile, devlet, ve sermaye bizleri etkiler. Aile, devlet, ve sermaye (belki de bunlardan en etkilisi aile olabilir) çocuğun arzularını bastırır. Böylece üzerinde kolayca tahakküm edilebilecek uysal bireyler ortaya çıkar.
Ayrıca hepimizin kafasında bir devlet vardır. Bu devlet bize tahakkümün mantığını teşvik eder. Deleuze ve Guattari bu devlete “Urstaat” derken Stirner buna devletin “yönetici ilke”si demektedir. Kısacası bu fikir devletin, üretim ilişkilerinden önce insanların bilinçaltı zihinlerinde olduğunu ve böylece insanların kendilerini tahakküm altına almayı arzuladıklarını ifade eder. Aynı Stirner’ın dediği gibi: “Devlet, arzulu insanı evcilleştirmek için kendini zorlar; başka bir deyişle, arzusunu yalnızca kendisine yöneltmeye ve bu arzuyu kendi sunduklarıyla tatmin etmeye çalışır.”. Deleuze ve Guattari de şöyle der: “Devlet ilerleyici olarak şekillenmez, tümüyle silahlanmış halde ortaya çıkar, birdenbire yürürlüğe koyulan bir darbe, kökensel bir Urstaat, devletin haline gelmek istediği ve arzuladığı ebedi model.”